top of page

İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi: Tıp Tarihi Ders Notları (2010-2011)


TIP TARİHİ EĞİTİMİNİN AMACI


Tıp Fakültesi öğrencileri eğitimini tamamlayıp "doktor" unvanıyla hekimlik haklarına sahip olduğu andan itibaren kendilerini tıp uğraşı içinde bulurlar. Doktor hangi görevde olursa olsun hayatının çok önemli bir kısmı bu tıp uğraşı içinde geçecektir. Hayatınızın hemen hemen tamamını beraberce geçireceğiniz bu "tıp" nedir. Tıp mesleği, tıp uygulaması bir bilim midir, sanat mıdır, sadece bir bilginin uygulanışı mıdır? Bugünkü inanılmaz gelişmeler ve ilerlemeler içindeki tıp, tıp evriminin "en iyi" noktası mıdır? Başka bir şekilde düşünürsek; Bundan önceki binlerce yıllık tıp basit, anlamsız ve etkisiz bir tıp mıydı, yarınki hekimler de bugünkü tıbbı etkisiz ve yetersiz mi kabul edecekler. Eğer böyleyse hayatımızı verdiğimiz bu uğraş yetersiz mi. Tıp Tarihi bunun gibi pek çok soruyu aydınlatmak için sizlere yol gösterecektir. Tıp Tarihi sizlere "Tıbbı bütünüyle kavramak", "Tıp bilincini kazandırmak" ve "Hekim olmanın sorumluluğu"nu verebilmek amacıyla programlanmıştır.


Hekim terimiyle sizlere tanıtacağım "doktor" tarihin ilk devirlerinden itibaren vardı. İlk insanın var olduğu yerde ilk hekim de vardı. O hekim beraber yaşadığı insanlardan yaralanan, hayvanlar tarafından parçalanan veya neden olduğunu bilmediği acılar içinde kıvranan insana "yardım amacıyla" elini ilk uzatan insandı. İnsanlık tarihinin en eski mesleklerinden birini yapan o insan da diğer insanlar gibi "Ne ve kim" olduğunu sorguluyordu. Geçmişini ve geleceğini merak eden, zaman kavramını yaratan ve yarattığı zamanı, bölümlere ayırarak "tarih" şuuruna ulaşan yegâne varlık insandır. Öleceğini bilerek yaşayan insan, kendini tanımak için geçmişini araştırmış, geleceğe bir şeyler bırakmak için de bilgisini öğretmiş veya yazmıştır. Tarih bu serüveni yeni kuşaklara taşır. Birey için hafıza(bellek) ne ise, insanlık için de tarih odur, yani insanlığın belleğidir. Tıbbın gelişmesini bilmeyen hekim de belleğini yitirmiş bir insan gibi her şeyi o gün keşfediyor ve gene o gün unutur. Belleği olmayan bu hekimin geleceğe bırakacak bir şeyi olamaz. Tıp Tarihi tıp biliminin neresinde olduğunuzu size öğretir, içinde yaşadığınız sistem ve düzen hakkında bilgi verir, şimdiye kadar yaşadığınız hayata tekrar başka gözle bakmanızı sağlar ve şartlanmalarınızdan kurtarmak ister.


EVRENDEKİ YERİMİZ


15 milyar yıl önce Evren bir patlama ile oluşmaya başladı. Gittikçe genişleyerek şekil almaya başlayan bu büyük bulutsular 4,5 milyar yıl önce Dünyamızı oluşturmaya başladı. Bu dünyada 3 milyar yıl önce tek hücreli canlılar göründü. İnsan ise yeni bulgulara göre değişik rakamlar verilse de en az 150 bin yıl önce vardı. İnsan 40 bin yıl Prehistorya (Tarih öncesi devir) yaşadı. 7 bin yıldır da yazılı devri yaşıyor. Bu kadar kısa bir zaman diliminde inanılmaz gelişme kaydeden insan dünyaya hükmediyor.


Bu muhteşem dünya evrenin neresindedir. Dünya, Güneş sistemi içinde sekiz önemli uydunun içinde orta boy bir uydudur. Bu muhteşem Güneş sistemi Samanyolu Galaksisi(Gökada) içinde yer alıyor. Samanyolu Galaksisinde bizim dünyamızın yer aldığı güneş sistemleri gibi 4 milyar sistem var. Evrende 4 milyar güneş sistemi gibi sistemlerin yer aldığı Samanyolu Galaksisi gibi 100 milyar galaksi var. Böylesine muhteşem bir sistemde yer alan dünya, Evren boyutunun içinde ne kadar da küçük ve önemsiz. Hele onun içinde yer alan insan, belki bir virüs boyutunda gibi. İnsan, bu boyutuyla ve sadece beyin kapasitesinin %7-12 sini kullanarak inanılmaz gelişmeler kaydetti. İnsanlık tarihi içindeki bu insan hekimliğin gelişmesinde de çok önemli ilerlemeleri başarmıştır.


TARİH ÖNCESİ DEVİRLERDE HEKİM, HASTALIK VE TEDAVİ


İnsanlık tarihinin geçirdiği çok uzun bir "Tarih öncesi Dönem" var ki yazılı kaynakların ortaya çıkışı ile bu dönem kapanıp yeni bir dönem başlar. Yazının bulunuşu olan M.Ö. 4000 yıllarından önceki 35.000 yıl insanlık tarihinin önemli bir dönemidir. Bilim adamları bu yazılı kaynakları olmayan dönemdeki hayatı, insanları, onların yaşayış şekli, düşünce sistemini araştırmışlar, hâlâ da yeni yöntemlerle araştırmaya devam etmektedirler. Biz bu bilimsel araştırmalar neticesinde elde ettiğimiz bilgilere göre "Tarih öncesi devir" de tıbbın nasıl olduğunu, hekimin kimliğini ve nasıl tedavi uygulandığını anlamaya çalışıyoruz.


Öncelikle bilmemiz gerekir ki; Hangi devirde olursa olsun, insanların yaşadığı her coğrafyada, her bölgede, her zaman diliminde hekim vardı ve hastayı tedavi ediyordu. İnsanın yaşadığı bütün dönemlerde "insana yardım" amacıyla hizmet eden hekim vardı. Tarih öncesi devirde, bu uzun dönemde insanın olduğu her coğrafyada hizmet eden hekim vardı. O hekim içgüdüsel veya tecrübelerle elde edilen bilgi birikimi, inanç ve yaşayış şartlarına göre hastayı tedavi ediyordu.

O dönem insanı hastalığı iki gurupta algılıyordu; Gözle gördüğü, nedenini bildiği hastalıklar veya nedenini bilmediği hastalıklar. Gözle gördükleri hastalıklar; Yüksek yerlerden, tepelerden düşmeler, hayvanlar tarafından parçalanmalar, ok veya keskin bir şeyle yaralanmalar sonucu oluşan hastalıklar. Bu durumda önceleri içgüdüsel olarak, daha sonraları tecrübeleriyle müdahale ediyorlar, kanamaları bastırarak, toprakla veya tuzla ovarak durduruyorlar, kırıklarda dallardan destekler yapıyorlar, yaralı yeri yalıyorlar, su ile yıkıyorlardı. Kanın akması ile hayatın bitişine şahit olmuşlar, kanamaları durdurmaya çalışmışlardı.


Nedenini bilemedikleri hastalıklar ise pek çoktu. Birdenbire başa, mideye giren ağrılar, kulağın zonklaması, bayılmalar, ateşlenmeler, sara nöbetleri ve diğerleri. Böyle durumlarda o insana ne olduğunu ve neden hastalandığını söyleyecek kişi "hekim" idi. Bugün gibi o gün de insanlar hastalığın nedenini hekime soruyorlardı.


Hekim: Tarih öncesi devir hekimini biz "sihirbaz hekim" diye tanımlıyoruz. Bu bizim bugün onları ayırıp daha kolay anlayabilmemiz için yaptığımız tanımlama. Sihirbaz hekim, Büyücü hekim, Medicine man, Şaman, Kam v.b. gibi isimlerle karşınıza çıkabilir. Terminoloji ne olursa olsun o dönemdeki hekim çok önemli ve üstün güçlere sahipti. Genelde kabilenin reisi, dini lideri, askeri lideri de aynı şahıstı. Daha gelişmiş toplumlarda hastalıklardan sorumlu bir hekim olabiliyordu. Bu hekim özel bir şahıstı, üstün özelliklere sahipti. Hastalıkları tanımak ve tedaviyi öğrenebilmek için üst ruhlarla iletişime giriyordu veya girmesi gerekiyordu.


Hastalık Teşhisi: Sihirbaz hekim kendisine bir hasta geldiğinde, hastalığı gözle görülmeyen ve sebebini bilemedikleri bir hastalık ise ki hastalıkların çoğu böyleydi, özel bir uygulama ile onu teşhis etmeliydi. Sihirbaz hekim kendince önemli ve sembolik anlamları olan özel kıyafetini giyiyordu. Bu kıyafet yöreye ve inanışa göre değişse de kutsal kabul edilen hayvan postları, kuş tüyleri boynuz ve dişlerle süslenirdi. Mutlaka bir davulu veya ses çıkaran başka bir alete sahipti. Belli bir ritimle dans etmeğe başlar, kokulu otlar kullanarak "trans" haline geçerdi. Trans halindeki "sihirbaz hekim" ruhlarla iletişime girer, hastanın hastalığını ve tedavisini öğrenirdi. Kendisinin ruhu trans halinde iken yerin altına inmiş, göklere çıkmış hastalığa sebep olan kötü ruhu kovalamış veya hastanın bedenden kaçan sağlıklı ruhunu bulup bedene soktuğunu söylüyordu. Bu teşhisi ve inancı anlayabilmemiz için "Animist teori" yi bilmemiz gerekir. Tarih öncesi devir insanının inancına göre; Hareket eden her şeyin canı var. Canı varsa ruhu var. Bu ruh iyi mi kötü mü önemlidir. Hareket eden her şey bütün hayvanlar, canlılar olduğu gibi rüzgarla sallanan otlar, ağaçlar, hareket eden bulutlar da olabilirdi. Bu her şeyin ruhu kötü ise hastalık yapabilirdi. Her kötü ruh hastalık etkeniydi ve sihirbaz hekim tarafından tanınmalı, yakalanmalı veya kaçırılmalıydı. Bu sebeple verdiği birçok ilaç vardı ve tedavi ediyordu. Bu şekilde mesleklerini yerine getiren hekimlere çok güveniliyordu ve çok uzun bir zaman diliminde başarılı olmuşlardı. O dönemde başarılı olmayan, birkaç hastanın tedavisinde faydalı olamayan hekim öldürülüyordu.


Tedavi: Sihirbaz hekim hastalık teşhisini nasıl yaparsa yapsın, tedavisi rasyoneldi. Tedavi, kendisine göre faydalı tılsımlı sözler ve dualarla desteklense bile daima ilaçla idi. Sihirbaz hekim ateşler içinde yanan hastayı soğuk suya batırıyor, hastanın kulübesinde kokulu otlar yakıyor, duman içinde bırakıyor, acı ilaçlar içiriyordu. Bunları yaparken amacı "kötü ruhu kovmak" tı. Biz bugün onların kullandığı otları, kökleri, bitkileri, hayvansal ve madensel maddelerin birçoğunun "etkili" olduğunu biliyoruz. Sihirbaz hekim bu maddeleri tanıyor, asistanı ile dağlara bu otları toplamağa çıkıyor, kulübesinde biriktiriyor, bunları hastanın kullanacağı şekle getiriyordu. Bu bilgiler hekimin gizli bilgileri olsa da seneler boyunca diğer insanlara aktarılmış, çoğu da yazılı dönemde tıp kitaplarına geçirilmişti.


YAZILI DÖNEMLER( ANTİK ÇAĞ)


Göçebe ve avcı topluluklar zamanla büyük nehirlerin suladığı mümbit topraklarda yerleşmiş, ekim ve hayvancılıkla uğraşmıştı. MÖ. 4000 lerde insanların yazıyı buluşu ile bilgi birikimi yazılı şekilde daha sonraki nesillere aktarılmıştı. "Antik dönem" diye tanımladığımız bu dönemde yaşayan toplulukların yazılı belgelerinden tıp konusundaki bilgileri de öğreniyoruz. Antik dönemdeki büyük medeniyetler; Dicle ve Fırat'ın suladığı topraklarda Mezopotamya, Nil nehrinin suladığı topraklarda Mısır, İndus ve Ganj nehrinin suladığı topraklarda Hind, Sarı Irmak ve Gök ırmağın suladığı topraklarda Çin medeniyetleridir. Bunlar insanlık tarihine çok önemli katkılar yapmışlardı. Bu medeniyetler tıp alanında da çok ilerlemişler, hekim kavramı gelişmiş ve tedavide önemli adımlar atılmıştı.


Din adamı hekim: Antik Çağı yaşayan bütün büyük medeniyetlerde iki çeşit hekim görüyoruz; "Din adamı hekim" veya "Çıplak ayaklı hekim" dediğimiz halk hekimleri. Halk hekimleri mesleği usta çırak usulüyle öğreniyor ve pazarlarda, insanların toplu olarak yaşadığı yerlerde oraya getirilen hastaları tedavi ediyorlardı. İnsanlık potasına bilgi birikimini aktaran hekim tipi ise "Din adamı hekim" idi. Mezopotamya'da, Mısır'da Hindistan ve Çin'deki din adamı hekim, okuma yazmayı biliyorlar ve eğitim görüyorlardı. Bu eğitimde zamanın bütün bilgilerini ve bu arada tıp bilgisini öğreniyorlardı. Özellikle hekimlik yapmak isteyenler ayrıca kendini yetiştiriyor, iyi bir hekimin yanında usta çırak olarak yetişiyor veya tıp okullarında eğitiliyorlardı. Bunlar tapınaklarda yaşıyorlar orada saklanan kitaplardan yararlanıyorlar, kendi bilgi ve tecrübelerini yazıyorlardı. Refah içinde yaşıyorlar ve toplumda çok saygı gören bir sınıfın elemanları idi.


Hastalık sebebi: Mezopotamya, Mısır, Hint ve Çin Medeniyetlerinde Antik dönemde hastalık anlayışı iki gurupta toplanabilir. Gözle gördükleri hastalıklar ki yaralanmalar, kazalar, kırık ve çıkıklar gibi tarih öncesinden beri bilinenler. Bunlar için gereken önlemleri almaya çalışıyorlardı. Bu bilgilere yenileri eklenmişti. Mevsimlerin bazı hastalıklarla ilgisini gözlemlemişlerdi; Kışın veya gündüz sıcak, gece soğuk olan kara ikliminde üst solunum yollarının hastalanmasına, sıcak havalarda ve temizliğe dikkat etmeden yaşamanın mide, barsak hastalıklarına çöllerden esen sıcak kum fırtınalarının göz hastalıklarına sebep olduğunu gözlemlemişlerdi. Fakat sebeplerini bilemedikleri pek çok hastalık vardı ve onları teşhis edecek olan hekimdi. Antik Çağ'da insanlar tanrı ve tanrıçalara inanıyorlardı, çok tanrıcılık anlayışı içinde idiler ve bunların içinde pek çok tıp tanrısı da vardı. Hastalık yapan veya sağlık veren tanrı, tanrıçalara inanıyorlar, eğer kendi tanrıları sağlık açısından faydalı olmazsa komşu şehir veya, devletin tanrılarını kabul edebiliyorlardı. Mezopotamya' da Nergal, Ekimu, Pazuzu, Mısır'da Thot, İmhotep, Sekhmet, Hint' de Athar Veda, Çaraka gibi. Bu inanç içinde hastalığın sebebi de o insanın işlediği günahlar olduğuna inanılıyordu. Mezopotamya'da hastalığa sebep olan 20 tane önemli günah vardı. Hekim bu listeyi alarak hastasına gider ve sorardı; Evet için hayır dedin mi(yalan söyledin mi ), tartıda hile yaptın mı, anneyi kıza, kızı anneye kışkırtın mı? vb.Mezopotamya'da ayrıca yıldızların mevsimlerle ilişkisi bulunmuş, mevsimlerle hastalıkların da ilişkisi bilindiğinden hastalıkların yıldızlarla ilişkisine inanılmıştı. Mezopotamya'daki hekim yıldızlara bakarak hastalığı teşhis edebiliyor veya iyi olup olmayacağını söyleyebiliyordu. Mısır'da en önemli tanrılardan olan Thot 42 tane kutsal kitap yazmış olduğuna inanılıyordu. Bunlardan 6 tanesi tıp la ilgilidir, Mısır'lı hekim bu kutsal tıp kitabında yazılanları bilmek ve onlara uymak zorundadır. Hekim bu kaideler dışına çıkar ve hasta ölür ise hekim ölüme mahkûm edilirdi. Hint medeniyetinde inanışlarına göre Evrensel ruh olan Brahma hastalık ve tedavi bilgilerini ulu bir ruh olan Atri'ye açıklamış, Atri'de bu bilgileri hekimlere iletmişti. Çin medeniyetinde ise Evrensel ruh olan Tao iki zıt kuvveti kendinde taşıyordu; Ying ve Yang. Hastalık bu iki prensipteki dengenin bozulması sonucu meydana geliyordu ve hekim bu dengesizliği teşhis etmeliydi.


Antik Çağda Tedavi: Çıplak ayaklı hekim dediğimiz halk hekimleri genellikle acil tedaviler ve cerrahi yapıyorlardı. Din adamı hekim cerrahi yapmazdı. Din adamı hekim, tıp bilgi birikimine sahipti ve bunu uyguluyordu. Mezopotamya kil tabletlerinde tıpla ilgili pek çok rasyonel bilgiyi buluyoruz. Tıbbi bitkileri çok iyi tanıyorlar ve tedavide onlardan yararlanıyorlardı. Mısır medeniyetinde de papirüslere yazılan tıp kitaplarında, MÖ 1500 lerde göz hastalıkları, deri hastalıkları ve dâhili hastalıklar hakkında pek çok şey biliyorlardı ve bitkisel ilaçları isabetle kullanıyorlardı. Hayvansal ilaçlarda da çiğ karaciğeri gece körlüğünde, safra'yı ise göz hastalıklarında kullanmışlardı. Hintmedeniyetinde MÖ 1500 lerde Çaraka Samhita adlı kitapta Diyabet hakkında ilk bilgiler; El ve ayaklarda kaşınmalar yapan, ağızda tatlı bir lezzet bırakan ve karıncaları celbeden çok tatlı bir idrar, tedavisi olmayan bir hastalıktır diye yazılıdır. Bu kitaplardaki bilgileri kullanarak pek çok tedavi şekli geliştirmişlerdi. Bir dini ibadet şekli olan Yoga ile de pek çok hastalığı tedavi ettiklerini kaydetmişlerdi. Hint medeniyetinde cerrahi özel bir yere sahipti ve bu sanatı çok geliştirmişlerdi. Cerrahi tıbbın şarlatanlığa en az müsaade eden bölümüolduğuna inanıyorlardı. Bademcik ameliyatları, katarak, boyun urları, barsak ameliyatları hatta plastik ameliyatları başarı ile uyguluyorlardı.Çin medeniyetinde cerrahiye hiç önem verilmez ve mümkün olduğunca cerrahiden kaçınılırdı. Tıbbi bitkiler hakkındaki bilgileri çok iyi idi yüzlerce bitkinin etkilerini tanıyorlar ve tıpta kullanıyorlardı. MÖ 2000lerde yaşayan Çinli hükümdar Sheng-Nung her gün kendisi bilhassa 70 tane bitkiyi dener etkilerini tespit eder ve yazarmış. Onun kitabı "Pen Tsao" bugüne kadar kalan ve uygulanan bir tıp kitabıdır. Çinliler Akupunktur ile de önemli tedaviler uyguluyorlardı. Vücuttaki Ying Yang noktalarına uyguladıkları iğnelerle bozulan enerji dengesini düzelterek hastayı tedavi ediyorlardı.


HİPOKRAT VE KLİNİK TIBBIN BAŞLAMASI


MÖ 5. Yüzyılda yaşamış olan Hipokrat gözleme dayanan tıbbın kurucusu olarak kabul edilir. Bunun nedenini anlayabilmek için Hipokrat öncesi Yunan Medeniyetindeki tıbba genel hatlarıyla bakacağız.


Hipokrat Öncesi Yunan Tıbbı


Bütün Antik medeniyetlerde olduğu gibi Antik Yunan Medeniyetinde de çok tanrılı inanç vardı. İnanılan tanrı ve tanrıçalardan bazıları da tıp tanrıları idi. Tanrılar tanrısı Zeus'un oğlu Apollon'un çocuğu olan Aeskülap Sağlık Tanrısı olarak kabul edilir, sağlık mabetleri onun adına kurulurdu. Mitolojiye göre Apollon bir dünyalı olan Coronis ile evlenmiş, çocukları doğmadan Coronis'in ihaneti üzerine Apollon tarafından öldürülmüştü. Apollon öldürülmeden önce Coronis'in çocuğunu sezeryanla alıp onu büyütmesi için Chiron'a vermişti. Bu çocuk sağlık tanrısı Aeskülap'tı. Chiron çok güzel bir vadide Aeskulapı yetiştirmiş, ona tedavi sanatını öğretmişti. Aeskulap öylesine iyi bir hekim olmuştu ki hem bütün hastaları iyileştiriyor, hem de ölüleri diriltiyordu. Zeus bu durumun dengeyi bozduğuna inandığından, Aeskulapı öldürüp gökyüzüne yıldız yapmıştır. Aeskulap sağlık tanrısı olarak kabul edilmiştir. Antik Yunan döneminde hastaların tedavi edildiği Aeskulapyonlar (Sağlık mabetleri) hastane olarak çalışıyorlardı. Buralarda hekim olarak çalışan rahipler "din adamı hekim" idiler. Bu mabetlerde yaşar, orada eğitilir ve mesleklerini orada uygularlardı. Buraya gelen hastaların hastalık teşhisini rahip hekimler yapardı.Hastalar sağlık mabedine geldiklerinin gecesi hekimler şikâyetlerini sorar ve verdikleri uyku verici şuruplarla tapınakta uyumalarını isterlerdi. O gece Sağlık tanrısı Aeskülap rüyalarına girecek, onlara hastalıklarını ve iyi olup olmayacağını bildirecekti. Ertesi sabah rüyalar din adamı hekime anlatılır ve teşhisi söylemesi istenirdi. Hekim bilgi, tecrübesi ve hastanın şikâyetlerinden hastalık teşhisini koymuştur ama bunu Aeskulap'ın rüyalar aracılığıyla söylediği belirtilerek inanç mekanizması devreye sokulur. Din adamı hekim teşhis edilen hastalığı; önce arınmak (Sıcak ve soğuk su banyoları, perhiz) sonra da ilaçlarla tedavi (Sağlık mabedinde yetiştirdikleri veya satın aldıkları bitkisel ve hayvansal ilaçlarla) tedavi ediyorlardı.


Hipokrat (MÖ 460-MÖ377)


Yunanlı hekim. Eğe adalarından Bodrum'un karşısındaki Cos adası(İstanköy) de yaşamıştır. Hayatı bu adada geçmişti. Hayatı hakkında pek az şey; İyi bir hekim olduğu ve tıp öğrencilerini özenle yetiştirildiği biliniyor. O dönemde yazılan eserlerden bir iki tanesinde zikredilmese mitolojik bir hekim olduğu düşünülecekti. Çağdaşı Platon Hipokratı eserlerinde birkaç yerde zikretmiş, Aristo Politika adlı eserinde "Büyük hekim" olarak anmıştı. Aristo'nun öğrencilerinden Menon Tıp tarihi kitabında Hipokrat'ın hastalıkların nedeni hakkındaki görüşünü yazmıştı. Hipokrat'ın yazdığı eserlerin çoğunun ondan sonraki dönemlerde onun ekolünden gelenler tarafından yazılmıştır.


Hipokrat'ın Önemi


Hipokrat'ın önemi onun eserlerinin 1500 yıl gibi uzun bir dönem tıbbı etkilemesinden gelmektedir. Hipokrat ve ekolünün eserleri yüzyıllarca hekimlerin kullandıkları esas kaynak olmuştur. Hipokrat'ın bugüne kadar gelen eserleri 60 tanedir. Bu eserler; Anatomi, hekimlik uygulamaları, kadın ve çocuk hastalıkları, sara, salgın hastalıklar, hastalıkların gelişmesi, ilaç ve diyetle tedavi cerrahi ve tıp ahlakı konularında idi. En önemlileri "Havalar, sular, beldeler", "Aforizma (Hekimlere öğütler)" , "Salgınlar Kitabı", "Kırık çıkıklar", "Hipokrat Andı" dır.


Hipokrat ve Ekolünün Getirdikleri


Hipokrat zamanını tıbbını tümüyle özümleyen ve en iyi biçimde uygulayan bir hekimdi. Teşhiste hastayı gözlemenin önemini göstermiş olup klinik hekimliği ön plana çıkarmıştı. Hastalıkların sebebinin, kötü ruhlar, tanrılar, günahlar olmayıp, vücudun içindeki bir değişikliğin neticesi olduğunu vurguluyordu. Hastalığa tabii nedenlerin sebep olduğunu savunduğu için en önemli hastalık sebebini de dış etkenler olarak görüyordu. Hava, soğuk, güneş, rüzgâr hastalık nedeni olduğu gibi yiyecekler, içecekler ve beslenmenin de hastalık nedeni olabilirdi.


Hipokrat ve Ekolünde Teşhis (Hastalık teorisi)


Hipokrat'ın klinik tıbbın kurucusu olmasındaki en önemli neden hastalığın vücuttaki bir değişimden kaynaklandığını felsefi bir teori ile anlatması ve yazmasıdır. Hastalık nedenini Sıvılar Teorisi (Unsurlar teorisi, Humoral teori, Hıltlar nazariyesi) dediğimiz bu görüş, daha sonraki hekimler tarafından da kabul edilmiş ve geliştirilmiştir. Sıvılar Teorisi'ne göre; Evrendeki her şey 4 esas maddeden oluşmuştu. "Hava, Toprak, su, ateş" olan esas maddeler evrenin bir parçası olan vücutta da vardı. Bu maddelerin hazırladığı Dört "Esas sıvı (unsur)" vücudun çok önemli, hayati unsurlarıydı. Bu dört sıvı "Kan, Kara safra, Sarı safra ve Balgam" idi. Kan, kalpte, kara safra dalakta, sarı safra karaciğerde, balgam beyinde yapılıyordu. Bu dört sıvı vücutta dengede olduğu zaman sağlık, denge bozulduğu zaman hastalık meydana geliyordu. Bu dört sıvının "Sıcak, soğuk, nemli ve kuru" nitelikleri vardı. İyi bir hekim klinik gözlemleri ile vücuttaki bu dört sıvının hangisinde dengesizlik olduğunu teşhis ederdi.


Hipokrat ve Ekolünde Tedavi


Hipokrat ve onun izleyicileri tedavide yukarda anlatılan sıvılar teorisine göre teşhis edilen ana sıvılardan azalarak veya çoğalarak bozulan dengeyi düzeltmeye çalışırlardı. Bitkisel, hayvansal, madensel ilaçları çok iyi tanıyorlardı. Bunları sıvılar teorisindeki esaslara göre sınıflandırmışlardı. Azalan veya çoğalan; kan, balgam, kara safra, sarı safra'yı bu nitelikleri düzeltecek ilaçlarla dengeye getirirlerdi. Hipokrat tıbbında esas "Önce zarar verme" idi. Tabiatın iyileştirici kuvvetinden faydalanırlardı. Hastaya perhiz yaptırılır, tedavi edecek yulaf çorbası, sirkeli ve ballı su ile tedaviye başlarlardı. iklim değiştirme, sıcak ve soğuk banyolar, kusturucular, müshiller ve kan alma ilk uygulamalardı. Hasta iyileşmezse ilaçlar verilir, sert tesirli ilaçları kullanmaktan sakınırlardı. Polifarmasi (Çok madde ile hazırlanan ilaç) den kaçınırlar çok mecbur olmadıkça kullanmazlardı, gerektiğinde cerrahiye başvururlardı.


GALEN (GALENOS, CALİNOS) MS.129- MS.199


MS 2. yüzyılda yaşamış Bergamalı hekim. Deneysel fizyolojinin kurucusu ve tıp bilgisinin her dalına katkılar sağlayan, tıpta yüzlerce yıl etkili olmuş önder hekim.


Yaşamı ve Tıp Eğitimi


Galen babasının isteği üzerine Bergama'da tıp eğitimi yaptı, oradaki Aeskulapyonda pratik eğitim aldı, Başrahibin gladyatörlerinin hekimliğini yaptı. İzmir, Korintos ve İskenderiye'ye gidip çağının en önemli hekimleriyle çalışarak bilgisini ilerletti. MS 157 de 28 yaşında Bergama'ya döndü, gladyatörlerin başhekimi oldu, karşılaşmalar sırasında yaralananların tedavisini yaparken anatomi bilgisini geliştirdi. Yaraların tedavisi için en etkili yöntemleri araştırdı. 32 yaşında Roma İmparatorluğunun başkenti Roma'ya gitti. Marcus Aurelius'un sarayına hekim oldu. Bu görevi sırasında eserlerini yazdı. Bu eserler 1500 yıl tıpta etkili oldu.


Galen'in Tıbba Katkısı


Anatomi çalışmaları çok önemlidir. Hastalardaki gözlemlerine Roma'da maymunlar üzerine yaptığı incelemeleri katmış ve Hipokrat'ın anatomisine bir çok ilaveler yapmıştı. Kas ve kemiklerin ayrıntılarını inceledi, kafa sinirlerinin yedi çiftini, kalp kapakçıklarını tanımladı. Maymunlar üzerinde yaptığı fizyoloji deneyleri de önemlidir. Kasların çalışmasını denetleme mekanizmasını inceleyebilmek için omuriliğe kesi yaptı, duyu ve motor sinirler arasındaki farkı gösterdi, idrarın idrar kesesinde değil de böbreklerde oluştuğunu ispat etti. Hipokrat'ın koyduğu dört sıvı teorisini kabul ederek, geliştirdi. Sağlığın kan, kara safra, sarı safra ve balgamdan ibaret dört sıvının dengesine bağlı olduğu, ayrıca PNEUMA denen ve kanda bulunan çok hafif bir buharın vücuttaki birçok olayda sorumlu olduğunu öne sürdü. Atardamarlarda hava değil kan taşındığını deneysel olarak ispat etmiş, böylece 400 yıllık yanlış bir kabulü düzeltmişti.


Galen ve Kan Dağılım Teorisi


Galen'in tıbba en önemli katkılarından biri de "Kan dağılım teorisi" dir. Tıpta W.Harvey'e kadar 1600 etkili olmuştur. Teori özetle şöyledir: Kan yapılan merkez Karaciğer'dir. Ağız yoluyla alınan gıdalar midede vücuda yararlı doğal ruha dönüşür ve karaciğere gider. Karaciğer toplardamarların başlangıç noktasıdır, kan buradan damarlar yoluyla perifere dağılır. Bu dağılım Gel-Git (Med-Cezir) olayı gibidir,yükselir, dağılır ve çekilirler. Kalan kan kalbe gider, kalpte sağ karıncık ile sol karıncık arasında bölmede küçük delikçikler vardır ve buradan geçer. Kan periferde yok edilir ve Karaciğerde devamlı yeni yapılır.


Galen ve Tedavisi


Galen tedavide polifarmasi (birçok ilacın bir araya getirilmesi ile hazırlanan ilaç) kullanırdı. Çok ilaç kullanarak hızlı etkili olmak isterdi. Onun hazırladığı ilaç reçeteleri çok uzun yıllar uygulanmıştır. Tıbba hızlı tedaviyi sokan bu bir çok ilacın bir arada kullanılması yani Galen usulü ilaçlar tıpta yüzlerce yıl etkili olmuştu.


İSLAM MEDENİYETİNDE TIP


İslamiyet M.S. 7. yy dan itibaren kısa bir sürede Orta Doğu, Mısır, İran, Türkistan, Kuzey Afrika ve İspanya'ya yayılmıştı. İslam orduları bu toprakları ele geçirirken ilim adamları da bu ülkelerde karşılaştıkları uygarlıklardan faydalanmaya gayret etmişler ve ilmin gelişmesine çok önem vermişlerdi. İslamiyeti kabul eden ve zamanın ilim dili olan Arapça ile yazan büyük hekimlerin tıpta da çok önemli katkıları olmuştur.


M.S. 7. yy' dan 9. yy' a kadar "Tercüme Devri" olarak kabul edeceğimiz devrede; Eski Yunan ve Hint eserleri ayrıca Farsça ve Süryanice yazılmış tıp eserleri Arapçaya tercüme ediliyordu. Antik çağın bilim ve felsefesi yeniden keşfedilmişti. Bu devirde Hipokrat'ın , Galen'in , Dioskorides'in, Oribasius'un , Efesli Rufus, Soranus, Aydınlı İskender ve Folus'un eserleri Arapçaya çevrildi. Bu tercümeleri yapanlardan en önemlileri; Ebu Yusuf El Kindi(Al-Kindy), Huneyn bin İshak , Ciorcis ve Cibrail Bahtişu'lardır.


İslamiyet 9. yy'dan sonra "Telif" devrini yaşamıştır. Bu parlak devirde İslam hekimleri insanlığa mal olmuş daha önceki bilgileri okumuş öğrenmiş, bu bilgileri tartışarak kendi tecrübe ve bilgilerini de katarak çok önemli eserler meydana getirmişlerdi. Bu bilim adamları tıbba kendi tecrübe ve bilgilerini katmışlardı. Bugün "gelişim tarihi" ni inceleyen bilim adamlarının hemfikir oldukları sonuç şudur: Buluş tarihinin incelenmesinin bize öğrettiği ilke, hiçbir buluşun tek bir kişinin kafasından çıkmadığıdır. Bunun tek bir istisnası bile yoktur. Çünkü insan zekası daha önce yapılmış buluşların çağrıştırdığı düşüncelerle zincirlere yeni bir halka eklemekten öteye bir varlık gösteremiyor, gösterememiştir. Ünlü İslam hekimleri de tıp bilimine ve özellikle, tedavi alanına çok önemli katkılar yapmışlardır.


Orta çağ tıbbını Doğuda ve Batıda etkileyen ünlü tıp bilginleri Ali bin Abbas, İbni Sina, Ebubekir Razi, Zahravi, Biruni idi. Bu âlimler yazdıkları tıp eserleri ile zamanlarında ve daha sonraki yüzlerce yıl tıp dünyasında aranmış, okunmuş ve uygulanmıştı. Biz bunlardan sadece İbni Sinayı ve tıbba katkısını göreceğiz.


İBNİ SİNA (MS 980-1037)


İbni Sina olarak tanıdığımız Ebu Ali Hüseyin , çağdaşları onu "Şeyh-el-Reis" öğrencileri "Reis", Batı dünyası da "Avicenna" olarak tanır.


İbni Sina pozitif ilimlerde ve felsefede çok eser yazmış olmakla beraber asıl tıp alanında rakipsiz bir otorite olarak kabul edilir. Beş yaşında eğitime başlamış, üstün zekâsı ile 10 yaşında iken devrin klasik eğitimini bitirmişti. Mantık ve Öklit Geometrisini ünlü matematikçi Abdullah Natili'den, fizik matematik ve metafiziği kendi kendine öğrenmişti. 16 yaşından itibaren tıp ve fizyoloji öğrenmeye başlamış ve inanılmayacak kısa bir sürede bu alanda kendini kabul ettirecek ölçüde "tıp bilgini" olmuştu.


17 yaşındayken Samanoğulları hükümdarı Nuh hastalanmış, hiçbir hekim tedavi edemeyince genç hekim İbni Sina çağrılmıştı. İbni Sina hükümdarı sağlığına kavuşturmuş böylece ünü bütün o çevrede konuşulur olmuştu. Saray hekimliğine de atandı. Böylece sarayın özel kütüphanesi kendisine açıldı. Buradaki tıp kitaplarını okuyup incelemesi kendisinin tıp alanında rakipsiz duruma ulaşmasını sağladı.21 yaşında iken çok önemli iki matematik eseri yazdı. 25 yaşındayken Cürcan'a gidip yerleşmişti. Burada Ebu Ubeyd el-Cürcani ile tanışmıştı. Bu şahıs 25 yıl süresince İbni Sina'nın talebesi, asistanı ve dostu olacaktır.


İbni Sina'nın 32 yaşındayken Büveyhi Devleti hükümdarı Şemsed Devle'yi ağır bir hastalıktan kurtarmıştı. Bu başarısı onun vezirliğe yükselmesine sebep oldu. Siyasi faaliyetlerin ağır yükü altında çalışmalarına da devam etmiştir. 1020 yılında Aristo felsefesinin yorumu olan önemli eseri olan "Kitab al-Şifa" yı yazmıştı. Koruyucusu Şemsed Devle ölünce yerine geçen oğlunun vezirlik teklifini kabul etmemiş bu sebepten Funcan şatosuna hapsedilmişti. Dört ay zindanda kalır, bu süre içinde de önemli bir eser kaleme alır. Asistanı Cürcani tarafından zindandan kaçırılır. 1024 yılından vefatı olan 1037 yılına kadar olan devrede kendisi Isfahan'dadır. Kakuyiler hanedanının hükümdarından ilgi görmüştür. Bu devrede bir çok eserini yazmak ve yarım kalanlarını tamamlamak imkânını bulur. Astronomi alanında gözlemler yapıyor ve yeni aletler tasarlıyordu. Bu arada Gazneliler ordusu Isfahana girmiş, bu karışıklıkta kendisinin de evi, kitapları ve aletleri hasar görmüştü. Sıhhati gittikçe bozuluyordu. İyice rahatsızlanınca kendini tedavi etmekten vazgeçti. Asistanlarının da tedavi etmesine müsaade etmedi. 1037 yılında 57 yaşında öldü.


İbni Sina hayatını (otobiyoğrafisini) 32 yaşına kadarki devresini kendisi yazmıştır. Daha sonraki devreyi ise sadık dostu ve asistanı Cürcani yazmıştır.


Eserleri: Bilindiği kadarıyla İbni Sina'nın 276 kitabı vardır. Bunlardan 43 tanesi tıbba aittir. Kitaplarının çoğunun ya tamamı veya kısmen kaybolmuştur. En önemli eserleri : El-Şifa, El-Necat, El-Kanun fit-Tıbb, El-İşaret dır. İbni Sina felsefede Aristo'nun en iyi yorumcusudur. İbni Sina Aristo felsefesi ile onun İskenderiyeli yorumcularını bilhassa "Yeni Eflatuncular" ı kaynaştırmış, bu fikirleri tevhid (Tanrının birliğini bilme ve bu birliğe inanma) inancı ile uzlaşacak tarzda yorumlamıştır. Doğu dünyası Yunan felsefesinde İbni Sina'dan daha büyük bir yorumcu bulamamıştır.

El-Kanun fit-Tıbb (KANUN) : İbni Sina'nın 5 ciltlik büyük tıp kitabı. Zamanın bütün tıp bilgisini, kendi bilgi ve tecrübeleriyle birleştirmiş ve anlaşılır bir dille kaleme almıştır. Bu kitap Doğuda ve Batıda tıp eğitiminde başyapıt olarak kullanılmıştır. Kanun'un ilk latince tercümesi İspanya'nın Toledo şehrinde Cremonalı Gerard tarafından 12. yüzyılda yapılmıştır. Daha sonra Avrupa'da bir çok kez basılmıştı. 18.yüzyıla kadar tıp fakültelerinde okutulmuştur.


Kanun :


1.Cilt(Külliyat el-Kanun) anatomi ve fizyoloji ile ilgilidir.

2.Cilt (Müfredat) alfabetik olarak tedavide kullanılan tek tek ilaç maddelerinden bahseder.

3.Cilt (Mualecat): Bu kitapta vücudun baştan ayağa doğru çeşitli organlarında görülen hastalıklarını anlatır. Burada bağırsak hastalıkları, plevra iltihabı, zührevi hastalıklar hakkında ilgi çekici bilgiler yer alır.

4.Cilt (Hummiyat) : ateşli hastalıklar, küçük cerrahi, kırıklar,çıkıklar, kızamık,çiçek gibi döküntülü hastalıklara aittir.

5. Cilt : (Mürekkabat veya Akrabadin) Tedavide kullanılan ilaçların reçeteleri ve hazırlanmaları hakkında bilgi verir.


İbni Sina'nın Tıbba Getirdikleri


--Hastalıkları muayene ederken, bünyelerine, mizaçlarına, yaşayışlarına, aldıkları gıdalara, yaptıkları beden hareketlerini büyük dikkatle sorar ve dinlerdi.

--Hasta vücudunu baştan ayağa kadar tetkik eder, karaciğer ve dalağı eli ile yoklar, muhtemelen göğsü dinlerdi. Nabız ve idrarı muayene ederdi.

--Kanseri, hacmi gittikçe artan ve kökleri civar hücreler içine sokulan, tahrip edici bir ur olarak anlatırdı.

--Galen gözün dört kasından bahsettiği halde İbni Sina bunların altı olduğunu iddia etmiş, retinanın görmede olan rolünü bildirmişti. Gözbebeklerinin hareketini açıklamıştı.

--Beyinde tümör teşekkül edebileceğini belirtmiştir.

--Yüz felçlerini, mide ülserini, pilor darlığını çok güzel açıklamıştır.

--Diyabetin semptomlarını tetkik etmiştir.

--Sarılığın çeşitlerinin nedenini araştırmıştır.

--Vebanın yayılmasında sıçanların rolünü sezmiştir.

--Bazı bulaşıcı hastalıkların plasenta yolu ile geçebileceğine dikkati çekmiştir.

--Güç doğumlarda iptidai bir forseps kullanılmasını tavsiye etmiştir.

--Tedavide sert olmayan laksatiflere, lavmanlara, buz keselerine, sıcak soğuk su banyolarına , spora ve içilecek memba sularına önem verirdi.

--Zamanına göre çok derin psikiyatri bilgisine sahipti. Psikosomatik hastalıklardan anlayan hekimlerin en iyisi olarak kabul edilir.


İSLAM TIBBI BATIYA GEÇİYOR


İslam Medeniyeti zamanında Yunan ve Roma döneminde yazılan eserler özellikle Hipokrat ve Galen'in eserleri tercüme edilmiş,Cundişapur aracılığıyla Hint, İran tıbbı da bu bilgilere eklenmişti. Bağdat,Şam, Kahire gibi birçok merkezde önemli hastaneler açılmış, orada yetişen hekimler mevcut bilgilere birçok katkılar yapmışlardı. Tıp geliştirildi ve yeni büyük eserler yazıldı. Bu Arapça Tıp eserlerinin Batıya geçmesi ve Latinceye tercümeleri ile Batı bu büyük tıp eserleriyle tanıştı. Bu kitaplar uzun bir süre tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.


11.yüzyılda Afrikalı Konstanten, 12. yüzyılda Kremonalı Gerard Arapça yazılan tıp kitaplarını Avrupa'daki bilim dili olan Latinceye çevirdiler. Çevrilen bu tıp kitaplarından İbni Sina'nın Kanun'u, Ebubekir Razi'nin El-Havi'si, Ebul-Kasım Zahravi'nin Cerrahname'si tıp okullarında ders kitabı olarak okutuldu.


Avrupa'da Tıp Eğitimi'nin Laikleşmesi


Ortaçağda Avrupa'da tıp okulları ve hastaneler manastırların birer organlarıydı. Uzun bir süre tıp buralarda uygulandı. MS.1130 da Clement Konsil'i din adamlarının tıp pratiği yapmalarını yasakladı. Bu zamanla manastırlardaki uygulamayı bitirdi.


Laik Tıp okulları açılmağa başladı


İtalya'daki Laik Tıp Okulları : 9.yüzyılda manastırların bünyesinden ayrı bir yerde kurulan ilk laik tıp okulu Salerno'dur. 13.yüzyıla kadar çok önemli bir tıp okulu olarak hizmet etmiştir. Burada muntazam ve programlı bir tıp eğitiminden sonra diploma veriliyordu. Bu eğitimde, 3 yıl mantık ve 5 yıl tıp öğretilir ve 1 yıl da pratik tıp yaptırılırdı. Fransa ve Almanya'dan tıp eğitimi için birçok öğrenci buraya geliyordu. 12.yüzyıldan sonra önemini giderek kaybetti ve 1811 de Napolyon'un emri ile kapatıldı. İtalya'da 12.yüzyıldan sonra Padua ve Bolonyaşehirlerinde de önemli laik tıp okulları açılmıştır. Bu okullarda özellikle anatomi eğitimine önem verilmiş ve diseksiyon 13.yüzyılda bu okullarda ağırlık kazanmıştır.


Fransa'daki Laik Tıp Okulları: Fransa'nın güneyindeki Montpellier'de 13.yüzyılda açılan tıp fakültesi iyi bir tıp eğitimi veren önemli merkezlerdendi. 13 ve 14.yüzyılda Avrupa'da şöhreti olan bir okuldu. Paris Tıp Fakültesi, 12.yüzyılda ve 13.yüzyılda önemli olmuş ve bugüne kadar devam etmiş tıp okullarındandır.


TIPDA RÖNESANS VE TIP REFORM


Rönesans'ın Doğuşu


Avrupa'da Rönesans 15 ve 16. yüzyıllarda gerçekleşmişti. Ortaçağ Avrupa'sında insanlar ölümü, öbür dünyayı düşünüyorlardı. Rönesans döneminde ise kendi eserleriyle ebedileşmek istediler. Rönesans'ı hazırlayan sebeplerin başında; Yenidünyaların keşfi ve ticaret yollarının artması ile ekonomik açıdan rahatlama olması geliyordu. Matbaanın keşfi ve kâğıdın ucuza üretilmesi ile kitap dolayısıyla bilgi Avrupa'da daha hızlı dolaşmağa başlamıştı. Antikçağın önemli eserleri gün ışığına çıktı, matbaa kanalı ile geniş kitlelere yayıldı. 14.yüzyılda dinde yapılan reformla ; "Din konusunda başvurulması gereken otorite kilise değil, herkesin okuyacağı Kitab-ı Mukaddes" fikri kabul edildi. İlmi düşüncede 13.yüzyıda R.Bacon'un başlattığı "Dogmatiklerin dediği gibi ilim tamam değil" fikri her geçen gün daha belirginleşiyordu. Kilisenin değişmezliğini kabul edip her şeyi kalıplaştırdığı ilimde, tıp da yerini almıştı. Aristo'nun Galen'in bilgilerinin eksik olduğunun ortaya çıkıp ispat edildiği zaman da "Tıpta Rönesans " başlayacaktır.


DÜŞÜNCENİN DEĞİŞİMİ


Dünya Evrenin Merkezinde Değil


Dogmatik bilgiye en önemli ilk darbeyi Kopernik vurmuştu. Polonyalı bir alim olan Kopernik, Bolonya ve Padua'da astronomi ve tıp eğitimi yaptı. 1543 de yayınlanan "Gök Kürelerinin Dolanımları Üzerine" isimli eserinde, Dünya'nın ve gezegenlerin Güneş'in etrafında döndüğünü 30 senelik çalışmalarıyla isbat ediyordu. Bu kitap doğma haline gelen Batlamyus (Ptolemaios)'un Evren modeline karşı idi. Ölçümlere dayalı bu bilimsel eser "İnsanın kendini evrenin merkezinde sayma" iddiasını yıkmış "Doğanın bir parçası olduğu" düşüncesi doğmuştu. Kopernik hayatı boyunca kilisenin ilme karşı katı tutumunu biliyordu. Bu fikrini açıklamaktan çekindi. Hayatının son günlerinde kitabının yayınlanmasına müsaade etti. Eserin ehemmiyetini 16.yüzyılda pek kimse anlamamıştı. İtalyalı filozof Bruno bu kitabın yayınlanmasından 50 sene sonra Koperniğin ileri sürdüğü fikirleri söylediği "Güneş ortada duruyor, dünya onun etrafında dönüyor" dediği için dinsizlikle suçlanmış ve 1608 de diri diri yakılmıştı. Galile de yaptığı çalışmalarla Koperniğin savunucusu olmuştu. Deneysel fiziğin kurucusu idi. "Dünya hem kendi hem de Güneşin etrafında dönüyor" dediği için Engizisyon mahkemesinde yargılanmış ömür boyu ev hapsine çarptırılmıştı.


Tıptaki Rönesans'ın İlk Adımı: PARASELSUS


16.yüzyılda tıp dünyasında daha öncekilerini reddederek tıpta Rönesansın ilk adımlarını atan hekim Paraselsus' tur. Alman hekim, gezgin ve simyacı olan Paraselsus, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde tıp okudu ve Viyana Üniversitesinden mezun oldu. Aldığı bilgiler onu tatmin etmemişti. 23 yaşında seyahate çıkmış, bütün Avrupa, Rusya ve Orta Doğu'yu gezmiş buralarda hekimlik ve cerrahlık yapmıştı. Her gittiği yerde etkili tedavi yöntemlerini araştırmış, doğanın gizli güçlerini öğrenmek istemişti. 1524 de Almanya'ya döndü ve Basel Üniversitesinde hocalığa başladı. Burada verdiği tıp derslerindeki hakimiyeti ve yaptığı tedavilerdeki başarısı ile dikkati çekti. Avrupa'nın her yerinden öğrenciler Basel Tıp Fakültesine geliyordu. Paraselsus derslerinde her zaman uygulanan tedavileri acımasızca eleştirirdi. Dersin ilk günü tıp fakültesinde okutulan kitapları kürsüde yakar, " Bunlardaki bütün bilgiler benim sakalım kadar bile değerli değil" derdi. Önceleri çok ilgi gördü, daha sonraları davranışları tepki ile karşılandı, fakülteyi terk etti ve genç yaşta esrarengiz şekilde öldü. Paraselsus tıbba ne getirmişti: Öncelikle herkese ilan ettiği şey "Şimdiye kadar öğrendiğiniz tıp bilgileri hiçtir ve bunların dışında tedavi eden pek çok şey var" idi. Tedavide kullanılan ilaçların çoğu bitkilerden hazırlandığı halde onları reddetmiş Madensel ilaçları tedaviye sokmuştu. Cıva, kükürt, demir, bakırsulfat içeren kimyasal bileşimler hazırladı. Antimon'u tedaviye soktu. Frenginin cıva ile tedavisini başlattı. Homeopati'yi kurdu. Kendisinden sonra gelen Paraselsus Ekolü çok uzun zaman tıbbı etkileyecektir.


Modern Anatominin Kurucusu: VESALİUS


Tıpta Rönesansın esası olan; Skolastik düşünce(Doğma) ya karşı çıkma, gözlem ve araştırma ile sağlam bir temel kurma ve kesin sonuçlara ulaşmada önemli bir isim de Vesalius' tur. Andreas Vesalius 16.yüzyılda yaşadı. Hekim ve eczacı yetiştiren önemli bir aileden geliyordu. Üniversitede Yunanca, Latince, Arapça öğrendi. Paris Tıp Fakültesinde okudu. Burada hocaları çok kıymetli, eğitimi iptidai buldu. İtalya'ya Padua Tıp Okuluna gitti. Burada anatomi derslerinde daha çok disseksiyon yapılıyordu. Vesalius küçüklüğünden beri disseksiyona çok meraklı idi ve anatomiden zevk alıyordu. 23 Yaşında Padua'da anatomi hocası oldu. 1538 de ilk anatomi kitabını yazdı. Bu kitap daha önce yazılan anatomi kitaplarından çok farklı değildi. 1541 de bir disseksiyonda gerçeği fark etti ; Anatominin babası sayılan Galen insan üzerinde disseksiyon yapmamış, maymunlar üzerinde yapmıştı. Bu görüşle çalışmalarına hız verdi. Her araştırmasında Galenin yanlışlarını görüyordu. Çalışmalarını büyük bir eserde topladı ve 1543 de yayınlattı. "De Humanis Corporis Fabrika"(İnsan Vücudunun Yapısı) adlı bu eser, Galen'in anatomisindeki 200 den fazla hatasını ortaya koyuyordu. Bu eser onun şöhretini arttırdı. Derslerini verdiği anatomi salonu dolup taşıyordu. Kişiliğinin ve gençliğinin verdiği ukalalıkla derslerine devam edenleri kaçırdı. Çevresindeki insanlar azaldı, düşmanları çoğaldı. Bir gün hazırladığı yeni anatomi kitabının notlarını yaktı, Padua'daki görevinden istifa etti ve İspanya'ya gitti. İspanyada Kral V.Charles'in oğlunun hekimi oldu. Saray adetlerine uygun yaşadı, para,şeref ve unvan sahibi oldu. Kısa süre sonra bu durumdan hiç memnun olmadığını anladı. Diseksiyonu ve anatomi salonunu özlüyordu. Tekrar Padua Tıp okulundan çağrılınca, saraydan kopabilmek için hacca gitti. Hac için gittiği Kudüs' den dönerken gemisi battı ve 50 yaşında öldü.


Vesalius; anatomide Galenin ortaya koyduğu anatomi bilgisinin yanlış olduğunu her zaman belirtiyordu. Dini inançlara göre "Kadın, Adem'in kürek kemiğinden yaratıldığı için kadında bir costa eksik" olduğunun yanlış olduğunu ispat ediyordu. Kalpteki septumlarda bir delik yoktu. Bunun gibi 1500 yıl devam eden birçok inanışı yıktı. Galen'in 200 den fazla hatasını ortaya çıkarmıştı. Kendisinden sonra gelen anatomistler bu ışıkla hızla yeni bilgileri anatomiye kattılar.


Kan Dolaşımının Keşfi: W. HARVEY


Kendini ilmi tetkiklere vermiş, çalışkan ve sebatlı bir insan olan İngiliz hekimi William Harvey "Kalp bir pompadır, kan dolaşıyor" diyerek Tıp Rönesansının önemli temsilcisi olmuştur.


Varlıklı bir tüccarın oğludur. Cambridge'de okudu. Padua'ya tıp eğitimine gitti. Burada anatomi hocası Fabricus'un ögrencisi oldu ki Fabrikus kalbin hareketi ve kanın özellikleri konusunda bir otorite idi. 1602 de mezun oldu, Londra'ya döndü. Kral I.James'in özel hekimi ve oğlu I.Charles'in hekimi oldu. St.Barthelemey Hastahanesi'nde çalıştı ve "İngiliz Hekimler Cemiyeti"nin asli üyesi oldu. Lumbley'de cerrahi ve anatomi hocalığı yaptı. Burada 40 sene boyunca haftada 2 gün ders verdi. Kral haksız hareketleri yüzünden Londradan uzaklaştırıldığında onunla beraber gitmişti. Sürgünde kendini ilmi tetkiklere vermiş, Saray bahçesindeki hayvanlar üzerinde araştırmalar yapmıştı. Anatomi hocalığı sırasında ve özel araştırmalarında her türlü hayvan üzerinde fizyoloji ve anatomi araştırmaları yapıyordu. 1628 yılında 12 yıllık yoğun çalışmalarının neticesi olan ufak kitabını yazdı. "Hayvanlarda Kalp ve Kanın Hareketleri Üzerine Anatomik İnceleme" . Bu çalışma ile kanın vücutta dolaştığını ve kalbin bir pompa görevini yaptığını ispat ediyordu.

Kan dolaşımı üzerindeki araştırmalar; MÖ.4.yüzyılda kan dolaşımı üzerine ileri sürülen ilk teoriler olan atar damarlarının içinde hava bulunduğu idi. MS.2.yüzyılda Galen atar damarlarda da kanın dolaştığını kanıtladı. Ama o da kanın damarlarda, Gel-Git olayı gibi yayıldığını düşünüyordu. Kanın hareketini sağlayan gücün kalbin pompalanması ile değil atardamarların kasılması ile olduğunu söylüyordu. W.Harvey, Aristo ve Galen'in bu alandaki görüşlerine saygı duymakla birlikte, teorilerini kendi gözlem ve deneylerine dayandırdı. Kitabında; Kalpteki ve toplar damarlardaki kapakçıkların kanın yalnız bir yönde akmasını sağladığını , kanın karıncıkların kasılması(sistol) ile kalpten dışarı atıldığını, gevşemesi ile (diastol) kalbe dolduğunu. Vücut yüzeyine yakın atardamarlardan elle duyulan nabzın atardamarların kasılması ile değil, kanın damar çeperlerine çarpması nedeni ile oluştuğunu ortaya koyuyordu. Kalbin odacıklarındaki ve vücudun tümündeki kan miktarını hesaplayan ilk hekim oldu.


Buluşları Galenci görüşü savunan hekimlerin büyük karşı koymalarına sebep oldu. Paris Tıp Fakültesi Dekanı Gui Patin yeni buluşu anlamaya lüzum görmeden, eleştiriler yaptı. Dolaşım kelimesinin Latince karşılığı olan "circulator" aynı zamanda İtalyancada "şarlatan "anlamına geldiğinden W.Harveyi bu kelimeleri kullanarak şarlatan olmakla suçladı. Harvey'in keşfi ancak 50 yıl sonra ilim dünyasında hekimlerin çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir.


MİKROBİYOLOJİ DÜNYASI TIBBIN HİZMETİNDE


Gözle Görülmeyen Canlıların Keşfi: LEEVONHOOK


Tarihin eski devirlerinden beri gözle görülmeyen ufak canlıların varlığı ve salgın hastalıklarla ilgisi hissedilmiştir. Gözle görülmeyen bu ufak canlılar ancak "mercekler"in bulunması ile insanın inceleme alanına girebilmiştir. Mercekleri yontarak daha büyük olarak görmeyi başaran ve basit bir mikroskop yapan Hollandalı manifaturacı Leevonhook' tur. Hollandalı bir manifaturacı olan Leevonhook 1650 li yıllardan itibaren kendi yontuğu merceklerle alıp sattığı kumaşların dokularını incelemeğe başladı. Merceklerin daha iyi göstermesini sağlamak için bir tüpün alt ve üst kısmına mercek yerleştirerek basit bir mikroskop yaptı. Daha iyi görebilmek için zamanla bu mikroskobu geliştirdi. Bunlarla görebileceği her şeyi inceledi. Su damlacıklarında gördüğü canlı yaratıkları hayretle teşhis etti. "Bir damla suda bütün Hollanda halkından daha çok canlı var" diyerek hayretini gizleyemedi. Bu hareket eden canlıların o suların kaynatılması ile hareketsiz hale geldiğini gözledi. 30 sene boyunca incelemeler yaptı. Bulgularını İngiltere'deki Royal Society (Kraliyet Tıp Cemiyeti)ye sunuyordu. Önceleri kabul etmediler. Leevonhook'un ısrarları ile daha sonra kabul gördü ve bu gözlemleri makaleler olarak yayınlandı. Bir manifaturacı olan Leevonhook 1680 de İngiltere Kraliyet Akademisi'ne üye olarak kabul edildi. Kanın alyuvarlarını tanıttı, alyuvarların insanda ve memelilerde yuvarlak, balıklarda yumurta biçiminde olduğunu açıkladı. Kas lifindeki çizgileri, bakterileri, protozoaları tanıttı. Böylece gözle görülmeyen ve bilinmeyen bir dünyayı 90 yaşında ölene kadar tanıtmağa devam etti.


Gözle görünmeyenler dünyası


Leevonhook'un peşinden giden bilim adamları mikroskobu kullanarak birçok incelemeler yaptılar. Hollandalı J.Swammer mikroskop kullanarak böceklerin anatomisi, arıların iç organlarını incelemiş, kendi çizdiği inanılmayacak güzel resimlerle bir kitap hazırlamıştı. Ölümünden sonra yayınlanan bu mikroskobik koleksiyonuna "Tabiatın İncili" ismi verildi.


İngiliz bilim adamı ve Royal Society üyesi Robert Hook da o yıllarda mikroskobu kullanarak bitkileri inceledi. Bu inceleme tekniğini yazdı. Bitkilerin hücrelerine kadar gördü, sınıfladı ve çizdi. "Mikroskopi" adlı eserinde "Ufak parçaların dünyası"nı tanıtıyordu. Mantar bitkisinin kesitinde ilk defa gördüğü hücre (cellül)i tanıttı. Böylece ilim dünyası bitkilerin en küçük bölümü (o tarihte) olan hücreyi tanımış oldular.


17. Yüzyılda mikroskop keşfedilip araştırmalarda kullanılmaya başlamasından sonra hayvanların organları da incelenmiş fakat ancak 19.Yüzyılda insan organları incelenmeğe alınmıştır. İtalyan bilim adamı Morgagni insan organlarının mikroskobik araştırmaları sonunda "Hastalıklar organlardaki lezyonlardan kaynaklanıyor" diyerek tıp araştırmacılarının dikkatlerini organlara çekti. Fransız Anatomi bilginiBichat da o tarihlerde vücutta 21 farklı doku olduğunu gösteriyor ve bu organların içerdiği dokulardan bazılarının hastalıktan etkilenebileceğini yazıyordu. 19. Yüzyılın ikinci yarısında yaşayan Alman patoloji bilgini R.Virchow, yaptığı çalışmalarla hastalıklarda normal hücrelerin değiştiğini ve bozulduğunu mikroskop kullanarak gösterdi. Berlin'de patolojik anatomi enstitüsü kurdu ve organ ve dokulardaki hastalıkları açıklamaya yönelik hücre kuramını geliştirdi. Hastalıkların önce hücre düzeyinde başladığına dikkat çekti.


Tıp dünyasında gözle görülmeyen canlıların fark edilmesi ve bilim dünyasına tanıtılması bu canlıların hastalıklarla ilişkisini gösterene kadar çok önemli olmamıştı. Ufak canlılarla hastalıkların direk ilişkisinin gösterilmesi tıpta çok önemli adımların atılmasına sebep olacaktır.


TIPTA MİKROBİYOLOJİ DEVRİMİ (PASTÖR)


Hastalıkların çoğunun mikroorganizmalar sebebiyle olduğunun bulunması 19.Yüzyılın en önemli buluşlarındandır. Tarihin en eski devirlerinden beri salgın yapan hastalıkların bulaşma ile yayıldığı hissediliyordu. 17.yy.da Leevonhook tarafından mikroskopta görülen ufak canlıların keşfedilmesi ile birçok araştırıcı bu ufak canlıları incelemiş ve tanımlamışlardı. Bunların keşfedilmesi başlı başına bir anlam taşımamaktaydı. Bunların hastalık sebebi olduğunun bulunması ayrı çaba gerektirecekti.


1850 yılında şarbon hastalığının etkeni olan mikrobu C. Davaine ve P.Rayer tanıtmışlardı. İneklerde salgın yapan bu hastalığın etkeni mikroskopta görülebilmişti. Fakat hastalıkla bu mikropların etkisini ispat etmek Pastör'ün çalışmalarıyla mümkün olmuştur.


Louis Pasteur (1822-1895) Fransa'da ufak bir kasabada doğdu. Kimya tahsil etti ve 1847 de kimya dalından doktora yaptı. 1854 yılına kadar kimya hocalığı yaptı. 1854 yılında Lille şehrinde yeni kurulan fen fakültesine kimya profesörü ve dekan oldu. Bira ve şarap yapımcılarının karşılaştıkları bazı güçlükleri çözmek için çalışmalara başladı. Pastör' ün fermantasyon (mayalanma) çalışmaları böylece başladı. Organik solüsyonlardaki fermantasyonun zannedildiği gibi kimyasal olay olmadığı, bütün fermantasyonların canlı organizmaların çoğalması ile ilgili olduğunu ispat etti. 1861 yılında yaptığı bu buluşla; sıvılarda meydana gelen fermantasyonun ya bu solüsyonlarda önceden var olan veya sonradan bu solüsyonlara karışan canlı organizmalarla olduğunu gösterdi. Daha önce zannedildiği gibi bu canlı organizmalar fermantasyon sonucu meydana gelmiyor, canlı organizmalar fermantasyonu meydana getiriyordu. Bu fermantasyonu bozan maddelerin de havadaki ufak canlılar olduğunu ispat etti. Bunun sonucunda da kendi ismi ile anılan pastörizasyon (Kaynatıp hızla soğutarak) usulü ile bu istenmeyen canlılardan uzaklaştırıyordu. Böylece şarap imalatçılarına çözüm bulmuş oldu.


İpekböcekçiliğini zarara sokan hastalığı önlemek için çalışmalara başladı. Bu hastalıkların ipekböceklerine bulaşan mikroorganizmalar ile olduğunu fark etti ve bunu ispat etti. Bu hastalık yapan mikroorganizmaları ortamdan uzaklaştırıyor veya sağlıklı böcekleri hastalıklılardan ayrılmasını öneriyordu. Bu önlemler çok iyi neticeler verdi. Çalışmalarına hiç ara vermeyen Pastör hayvancılıkta büyük zararlara sebep olan sığır şarbonu hastalığını araştırmaya başladı. Bu hastalığa sebep olan bakteriler tanınıyordu. Bu bakterinin saf kültürünü elde etti ve bunların hayvanlarda sığır şarbonu hastalığını meydana getirdiğini ispat etti. Bu buluşu ile "Mikrop teorisi" nin esaslarını buluyordu.

Hastalık yapan mikrop olabilmesi için şu şartlar olmalı idi: 1-Her hastalığın bir mikroorganizması olmalı 2-O mikrop izole edilebilmeli 3-Mikrobun saf kültürü yapılabilmeli 4-O mikrop verildiğinde o hastalığı yapmalı. 5-O mikrop hastalanan hayvandan tekrar kazanılabilmeli. Bu mikrop teorisini çalışmalarına esas aldı. Pastör sığır şarbonunda da bunu uyguladı ve neticeyi ilan etti.


1880 de tavuk kolerası üzerinde çalıştı. Hastalığa sebep olan mikrobu izole etti. Bu çalışmaları sırasında çok önemli bir gözlem yapmıştı. Hastalığa sebep olan mikrop zamanla eskiyor ve etkisi hafifliyordu. Bayatlamış kültürle aşılanan hayvanlar, hafifçe hastalanıyor tekrar mikrop verildiğinde ise bağışıklık kazanmış oluyorlardı. Bu çok önemli gözlem bağışıklık çalışmalarına sebep oldu. Mikropları belli bir ortamda eskiterek virulansını(hayatiyetini) azaltıyor ve o hastalıktan korumak veya tedavi etmek için kullanıyordu. Bu aşı ile hastalıklardan korunma yolunu açacaktı. Şarbon basilini 42 derecede muamele ile şarbon aşısını hazırladı. Hayvanların bu hastalıktan korunması için aşılanmalarını sağladı. Bu olay Tıp Tarihinde çok önemli bir buluştu. İnsanları tehdit eden ve öldüren hastalıklarda da bunu uygulamayı düşündü ve çalışmalarını o yönde yoğunlaştırdı


Kuduz Aşısının Bulunuşu


Pastör öldürücü bir hastalık olan kuduz hastalığının mikrobunu araştırmaya girişti. Kuduza yakalanıp da kurtulabilen birisinin tekrar kuduz köpek tarafından ısırıldığında kudurmadığı biliniyordu. Kuduz mikrobunu çok araştırdı. Kuduz köpeğin kanında bu etkeni bulamıyordu. Uzun araştırmalardan sonra bu etkeni kuduz köpeğin beyin ve omuriliğinde olduğunu fark etti. Bu organların süspansiyonunu vererek sağlam köpeğe kuduz bulaştırabildi. Böylece hastalık etkenini izole etmek ve çoğaltmak mümkün oldu. Kuduzdan ölen hayvanın omurilik parçalarını mikropsuz bir şişede zayıflattı. Bu organ parçalarından aldığı süspansiyonu sağlıklı köpek beynine enjekte ettiğinde köpeğin kudurmadığını gördü. Bu usulü köpeklerde denedi kuduza karşı etkili oluyordu. İnsanlarda denemek çok tehlikeli olabilirdi. Fakat bu sırada kuduz bir köpek tarafından ısırılan 14 yaşındaki bir çocuğun annesi Pastör'e bu aşıyı denemesi için çok yalvardı. Aksi takdirde çocuğunun kudurarak ölmesi muhakkaktı. 6 Temmuz 1885 de Pastör kuduz aşısını bu çocuğa uyguladı. Kuduz etkeninin zayıflatılmış solüsyonu ile 14 defa aşıladığı bu çocuk kudurmadan hastalığı atlattı. Bu olay Tıp dünyasının çok önemli bir zaferi idi. Bütün dünyada yankı uyandırdı. İnsanlığın ölümcül hastalığı olan kuduza karşı uygulanan aşıyı öğrenmek için hekimler akın akın Paris'e geliyorlardı.


Kuduz aşısı Osmanlı İmparatorluğunda da büyük yankı uyandırdı. Sultan II. Abdülhamit kuduz aşısı tekniğini öğrenmeleri için Tıbbiye' den üç önemli hocayı Paris'e gönderdi. Bu üç hekim beraberlerinde Pastör'e Osmanlının en büyük nişanı ve 10.000 Fransız Frangı tutarında Osmanlı altını götürmüşlerdi. Bu para yeni kurulacak olan Pastör Enstitüsünde kullanılacaktı. Pastör'ün yanında kuduz aşısı tekniğini öğrenen bu hekimler 1887 yılında İstanbul'da "Daül-kelb=Kuduz Müessesesi"ni kurmuşlar ve aşı yapmağa başlamışlardı.


HASTALIK ETKENİNDEN UZAKLAŞTIRMA; ASEPSİ


Cerrahi operasyonların korkulu rüyası olan ağrı 1846 yılında eterin anestezi amacıyla kullanılması ile çözülmüştü. Cerrahide en önemli ikinci problem ise operasyon sonrası meydana gelen enfeksiyonlar ve bu sebeple hastanın ölümü idi. İngiliz cerrah Joseph Lister (1827-1912) cerrahların bu çok önemli problemi için çareler arıyordu. Bir arkadaşı vasıtası ile Pastör'ün şarapçılıkta bozulmalara sebep olan etkenin havadan gelen canlı organizmalar olduğunu ispat ettiğini öğrendi. Cerrahi operasyonlardaki enfeksiyonların da havadaki canlı organizmalar olduğunu düşünmeğe başladı. Pastör'le mektuplaştı. 1860 yılında bu konuda çalışmalara başladı. Özellikle açık kırıklarda meydana gelen enfeksiyonu önlemek için yaranın hava ile temasını keserek mani olmağa çalıştı. Netice alamadı. Operasyon yapılan organı da Pastör'ün usulü ile pastörizasyon yapamayacağına göre dezenfektan bir madde kullanmalıydı. Asit feniğin %40lık çözeltisini kullanmayı denedi. Havadaki hastalık yapan etkeni öldürmek için bu dezenfektan maddeyi havaya püskürttü netice olumsuzdu. Ellerini antiseptik solüsyon ile yıkıyor, aletleri bu madde ile temizliyor, hatta havaya bu maddeyi püskürtüyordu. Sonunda başardı ve enfeksiyonları denetleyebildi. 1865 de bir kangren vakasında başarı ile uyguladığı metodunu 1867 de Lancet ilmi dergisinde yayınladı. Bu bütün cerrahlar için çok önemli bir aşama idi. Cerrahi operasyonlardaki enfeksiyonlara mani olmak için ellerin, aletlerin asit fenik çözeltisi ile yıkanması, yaraların bu solüsyonla temizlenmesi ile çok iyi neticeler alınmaya başlandı. 1868 yılından itibaren tıp dünyası asepsi yi geniş çaplı uygulamağa başladı. Zamanla asit fenik yerine başka aseptik maddelerde ilave edildi ve geliştirildi.



TIBBIN DENEY LABORATUARINA GİRMESİ (CLAUDE BERNARD)


19.yüzyılda Tıbbın teoriler ve sistemlerden ayrılıp bilimsel denemelere dönmesinde büyük etkisi olmuş kişilerden biri de Claude Bernard(1813-1857) tır . C. Bernard 1813 de Fransa'da ufak bir kasabada doğdu. Eğitimini bu kasabada yapıp Paris'e gitti. Edebiyata çok meraklı olduğu ve yazar olmak istediği halde hayatını kazanmak için Tıp eğitimi yapmaya karar verdi. 1843 de doktor oldu. C. Bernard "hasta olanı iyileştirme "nin ötesinde "iyi edilecek insanın tabiatını bilme" yi arzu ediyordu. Ancak tıp okulunda yalnızca hastaların iyileştirilmesi ile ilgili ihtisaslar vardı. Sonunda Fransa'nın en önemli fizyologu Mağendi' nin yanında çalışmağa başladı. Magendi' nin deneylerini büyük başarıyla yürütüyordu. Ancak hocasının araştırmalarının belirli bir amaca yönelmediği, çalışma metodunun olmadığını kısa zamanda fark etmişti.


19.yy.da yalnızca bitkilerde bazı maddelerin sentezinin yapıldığı biliniyor, hayvan ve insan vücudunda ise yağ, protein ve şekerlerin parçalandığı fakat sentez yapılmadığına inanılıyordu. C. Bernard bu konuyu incelemek için araştırmalara başladı.


İlk araştırmaları sindirimin mekanizması konusunda idi. Dikkatlice planlanmış birçok deney sonucunda, sindirimin o zamanlar sanıldığı gibi midede nihayet bulmadığı, midedeki sindirimin sadece hazırlıktan ibaret olduğunu ispat etti.

İkinci buluşu glikojenin ortaya çıkarılmasıdır ki bu sistemli bir araştırmanın sonucudur. C. Bernard 1843 de kamış şekerini damara enjekte ettiğinde bu şekeri idrarda tespit etmişti. Bu deneyler sırasında şekerle beslenmiş bir köpeğin "hepatik ven"inde şeker olduğunu tesadüfen buldu. Sadece etle beslediği köpeğin hepatik veninde gene şeker buldu. Bu şekerli maddenin köpeğin beslendiği gıda ile ilgili olmadığını anladı. Yıkanmış karaciğer deneyleri sonucunda, bulunan şekerin kanda mevcut bazı maddelerden gelmeyip, karaciğerde yapıldığını anladı. Bu maddeye glikojen adını verdi. Bu buluş iç salgı sistemi' nin de temelini atıyordu. Glikojen karaciğerin o zamana kadar bilinmeyen iç salgısı idi. Bu madde kanal aracılığı olmadan doğrudan kana sevk ediliyordu.


C. Bernardın bir diğer önemli buluşu vazokontriktör ve vazodilatatör sinirlerin görevini açıklığa kavuşturmasıdır. C. Bernard tavşanın beden ısısı üzerinde çalıştığı sırada servikal sempatik sinirinin kesilmesiyle, sinirin bulunduğu tarafta vücut ısısının arttığını fark etmişti. Bu durumu araştırırken, bazı sinirlerin kan damarlarını büzücü(vazokonsriktör) ve bazı sinirlerin damarları genişletici (vazodilatatör) etki gösterdiğini fark etti.


C. Bernard on yıldan daha kısa bir sürede Mağendi' nin gölgesinde kalmaktan kurtulup bilim çevrelerinde söz sahibi olmuştu. 1854 de Sorbonne' da kendisi için bir genel fizyoloji kürsüsü kuruldu. Aynı yıl Fransız Bilimler Akademisi üyeliğine kabul edildi. 1855 de Magendi ölünce Colleğe de France' da onun kürsüsüne atandı. 1865 de "Tıpta Tecrübe Usulünün Tetkikine Giriş" adlı kitabını yazdı. Bu kitapta tıbbın deney laboratuarına girmesi ve bunun da belli metotlarla yapılması gerektiğini yazıyordu.


C.Bernard "Sistemler tabiatta değil insanların zihinlerinde bulunur" diyordu. "Biyoloji' de özdeş koşullar altında özdeş olaylar gelişir" diyerek deneyin esas prensibine dikkat çekiyordu.


TÜRK DÜNYASI


İSLAM ÖNCESİ TÜRKLERDE TIP


En eski Türk kavimlerinden bahseden tarihlere Mezopotamya ve Anadolu metinlerinde rastlıyoruz. Mezopotamya'da M.Ö.2300 tarihlerinden itibaren İran yaylalarından inerek Akatları yıkıp devlet kuran Guti lerden bahsedilir (I.Oğuz Devleti). M.Ö. 1700 lerde Babil'de III.Babil hanedanlığını kuran ve aralıksız 600 yıl Babil tahtına güçlü kırallar yetiştiren Gas'lardır (II.Oğuz Devleti ve Guti lerin devamı). Anadolu'da ise M.Ö. 2000 lerden sonra Aral gölünün batısından İran yaylalarını aştıktan sonra Tuz Gölü civarına kadar ilerlemiş olan Türk kavmi (Guti,Gutu,Qutu) lardır. B.Lansberger Guti'lerin bir Türk kavmi olduğunu ortaya koyar. E.Rossi'de Gut, Guz, Uzi'nin Oğuz olduğunu ortaya koyar.


Orta Asya'daki Türk kavimleri genellikle Baykal Gölü'ne dökülen Selenga ve Orhun nehirlerinin suladığı arazilerde ve Aral gölüne dökülen Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin çevresinde görüyoruz. M.Ö. 1000 yıllarından itibaren İç Asya'da göçebe Türk kavimlerin medeniyetlerinden haberdarız. Çin kaynaklarının Ting Ling dedikleri kağnılı boylar Türkler olup, evcilleştirdikleri atlara biniyorlar, büyük tekerlekli arabalar kullanıyorlar ve maden dökme sanatını biliyorlardı. Büyük Türk Devletleri ise; Hunlar Mö220 ile M.S.226 yılları arasında büyük bir imparatorluk kurarak Aral Gölü'nden Çin denizine kadar geniş topraklara hükmettiler. Göktürkler M.S. 545 ile M.S. 745 yılları arasında Orta Asya da kurulan büyük Türk imparatorluğudur. Uygurlar M.S.744-840 yılları arasında Orhun ve Selenga ırmakları arasında hükmeden üçüncü büyük Türk Devletidir.


Eski Türklerde ev ve çadır hayatları tabiat şartlarına çok uygundu. Temizliğe çok önem veriyorlardı. Günlük yaşayışları içinde temizliği esas alan yasak ve kaçınmalar önemli yer tutardı. Türklerin hayatlarında su çok önemli yer alırdı. Suya uzak yerleşim yerlerinde suyu kanallarla getiriyorlardı (Orta Asya'daki Tüto kanalının 10 kilometrelik kısmı bugüne kalmıştır). Moğolistan'a giden Göktürk elçilik heyeti o ülkenin pisliğini görünce "Biz hayvanların ülkesine gelmişiz" diyerek geri dönmüş olduğunu tarihler kaydeder. Türkler dengeli besleniyorlardı; mayalı ve fermantasyona tabi tutulmuş besinleri tercih ediyorlardı. Kurutma ve tuzlama ile gıdalarını koruyorlardı. Hastaların sağlamlarla teması kesiliyor, ayrı bir çadırda tedavi ediliyorlardı. Hastanın eşyaları ateşten geçiriliyordu (Ateşin temizleyici olduğu inancı) , böylece bulaşıcı hastalıkların yayılmasına mani olunuyordu.


Eski Türklerde Tıp


Erken devir Türk toplumlarında ilkel tababetin uygulandığı devirlerde şaman hekim olarak görev yapıyordu. Şaman o kabilenin lideri ve hekimi idi. Türklerin bazı boyları bu şamanlara Kam, bazıları Baksı veya Baksa diyorlardı. Şamanın ilahi güçlerden kuvvet alarak hastalıkların sebebini (kötü bir ruh, kötü bir tanrı v.b.) bildiği ve bunu tedavi ettiğine inanılırdı. Şaman hastalığı dua, tütsü, müzik ile trans haline geçerek teşhis eder ve kendine has metotlarıyla (Korkutmak, soğuk suya sokmak, tütsülemek v.b.) ve kendi yaptığı ilaçlarıyla tedavi ederdi. Şamanlar zamanla Ak şaman (İyi ruhlarla tedavi kurarak tedavi eden) veya Kara şaman(Kötü ruhlarla ilişki kurarak tedavi eden) olarak ayrılmıştır.


Türk devletlerinde zamanla şaman yerini tıbbı bilen, eğitim görmüş ve tedavi eden hekim tipine bırakmıştır. Bu hekimler Otacı lardır. Otacı kelimesi otamak (Tedavi etmek), ot (Bitki, ilaç) kelimelerinden türemiştir. Otacı iyi bir eğitim yapıyor ve isabetli tedavileriyle hastalar tarafından büyük saygı görüyordu. Altay' lardaki arkeolojik çalışmalar esnasında bulunan bir otacı mezarından çıkan eşyalar bize bu otacının devrin hakanının yakın arkadaşı olduğu ve sarayda görevli olduğunu bildiriyor. İsminin Akgün Şengün olduğunu öğrendiğimiz hekimin otacı olduğunu bildiren gümüş bir kemer ve yemin içtiği kadeh de mezarında bulunanlar arasındadır. Eski Türklerde tıp biliminin sırlarını sakladığı düşünülen yılan ve ejderha sembolleri otacının da sembolleri idi. 11. Yüzyılda yazılan Kutadgu Biliğ adlı eserde de otacı hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Bu eserde otacıdan başka, hastalıkları dualarla tedavi eden Efsuncu ve sağlığın korunması için şuruplar şerbetler hazırlayan İdişci den bahsedilmektedir. 11. Yüzyılda yazılan bir diğer Türkçe eser Divan-ı Lüğat-it Türk' de ise hastalıklar için ilaç hazırlayan Emçi ve Türkler tarafından kullanılan çok sayıda tıbbi bitki bildirilmektedir.


İSLAMİYETİ KABULDEN SONRA TÜRK DEVLETLERİNDE TIP


Türkler İslamiyeti kabul ettikten sonra da önemli devletler kurmuşlardı. Mısır'da Tolunoğulları Devleti'nde Ahmed İbn Tolun 9. Yüzyılda İbn Tolun hastanesini kurdurmuş ve çok düzenli ilk hastane ve eczaneyi halkının hizmetine sunmuştu. Bu hastane kendi vakıf gelirleriyle çalışıyordu. Karahanlılar, Samanoğulları, Gazneliler, Harzemşahlar isimli Türk Devletlerinde Razi, Farabi, Biruni, İbni Sina gibi tıbbın devleri yetişmişti. Büyük Şelçuklular döneminde; Nizamül Mülk 1067 de Nizamiye Medresesi ve hastanesini, Nurettin zengi 1157 de Şam'da Nurettin hastanesi ve tıbbiyesini, Selahattin Eyyubi Mısırda bir çok medrese ve hastane kurdurmuştu. Bu medreselerde tıp matematik, astronomi, eğitimi de veriliyordu. Anadolu Şelçukluları döneminde 1110 da Mardin Darüşşifası, 1205 de Kayseri Darüşşifası, 1217 de Sivas Darüşşifası 1308 de Amasya Darüşşifası yaptırılarak halkın hizmetine sunulmuştu.


CERRAHPAŞA TIP FAKÜLTESİ


Fakültemizin kurulduğu bu mevki adını Cerrah Mehmet Paşa' dan almıştır. 16.yüzyılda yaşayan Cerrah Mehmet Paşa. Sultan III. Mehmet devrinde Sadrazamlık da yapmıştır. Bu semte 1590 tarihinde bir cami, hamam, mektep ve çeşme yaptırmıştı. Bu semt o tarihten itibaren Cerrahpaşa adıyla anılmaya başlamıştır. Cerrahpaşa Hastanesi'nin nüvesini teşkil eden ilk hastane 1893 yılında belediye tarafından açılmıştı. O sene İstanbul'da çıkan kolera salgını üzerine hastane ihtiyacı artmış, bu semtte de halka hizmet verecek bir yer aranmıştı. Ahşap bir bina olan Takiyüddin Paşa Konağı belediye tarafından satın alınarak erkek hastalar için hizmete açılmıştı. Salgın geçtikten sonra da hizmete devam etmiş, fakat bina eski olduğu için yıktırılarak yerine kagir bir bina yaptırılmıştı. 10 Temmuz 1911 tarihinde belediyeye bağlı Cerrahpaşa Erkek Hastanesi olarak hizmete başlamıştı. Hastanenin ilk hekimleri ve özellikle Dr..Burhanettin Toker hastanenin üne kavuşmasında çok emek vermişti.


1927-30 yılları arasında şimdiki Psikiyatri binası Dahiliye binası olarak inşa ettirildi. Esas Hastanenin hemen yanında Cerrahi binası yaptırıldı. 1933 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nin Klinikleri tespit edilirken haklı olarak Cerrahpaşa Hastanesi de burada yer aldı. Fakültenin Göz ve Cerrahi klinikleri Cerrahpaşa'ya taşındı. Daha sonra Nöroloji ve Kadın Doğum klinikleri buraya taşındı. 1967 yılında İstanbul Tıp Fakültesi ikiye ayrılma kararı aldı. 27 Temmuz 1967 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nin kurulma kararı alındı. O sene 903 öğrenci ile eğitime başlayan Cerrahpaşa tıp fakültesi, 1973 yılında 1372 öğrenci, 78 profesör, 30 doçent ve 178 asistanla hizmet veriyordu. Kısa zamanda yeni binaların yapılmasıyla bugünkü geniş kampusa kavuşmuştu. 1995-96 ders yılında 208 profesör, 106 doçent ve 2500 öğrencisi, 1997 yılında 609 öğretim üyesi ve 3000 öğrencisi ile eğitim yapmaktadır. Cerrahpaşa bugüne kadar mezun verdiği 9000 hekim ve 2000 uzman ile ve hizmet verdiği 2000 yatakla dev bir müessesedir.

Popüler Yazılar
Son Paylaşımlar
Arşiv
Konular
Prof. Dr. Ayten Altıntaş
  • Twitter - Black Circle
  • Instagram - Black Circle
  • YouTube - Black Circle
bottom of page